Büyük İstanbul Depresyonu
Büyük İstanbul Depresyonu • Zeynep Dilan Süren
Mubi’nin uzun kısalarında yer alan Zeynep Dilan Süren’in yönetmenliğini yaptığı kısa filmde; Didem’in fantezisi bana o kadar yakın geldi ki ekrana o sıra bakakaldım öylece.
İstanbul’da birlikte yaşayan üniversiteden yeni mezun iş bulamamış Didem ve Ayşe, gökdelenlerin dibinde eski bir apartmanda yaşıyorlar. Film isminin yazıldığı sahne tam bir İstanbul çarpık kentleşme tablosu gibi giriş yapıyor. İşsizlik bir yandan ailesinin maddi sorunları ve Didem’i memlekete geri çağırmaları bir yandan evde tam bir İstanbul yaz sıcağına yakışır depresyon havası var.
Karşı daireye taşınan yeni komşunun kendine ait bir hayatı, işi ve tatlı bir köpeği olması kızların dikkatinden kaçmıyor. İki zıt kutuplar gibi karşı daireler, en azından iş ve hayat enerjisi konusunda. Didem ve Ayşe’nin birbirlerini eleştirmeleri de sert ve uzun arkadaşlıklarına yakışır biçimde derinden oluyor. Didem’in iş görüşmesi için hazırlanan Ayşe’ye askeri ücret için girdiğin kılığa bak demesi, ya da Ayşe’nin makyaj videosu çeken Didem’e çıkışması gibi.
Beni çeken sahne ise, Ayşe iş görüşmesinden olumsuz olduğu anlaşılan bir ifade ile döndüğünde, Didem’le konuşmalarında başlıyor.
Didem Ayşe’ye uzun zamandır kurduğum bir fantezim var anlatayım mı diyerek başlar. Beklenen büyük İstanbul depremi gerçekleşmiş. İstanbul büyük bir enkaza dönmüş, Didem ve Ayşe bir şekilde kurtulmuşlar, İstanbul’dan çıkmak için yığınların arasında günlerce yürüyorlar. Yağmacı ve tecavüzcüler var çevrede biri Ayşe’ye saldırıyor ve Didem adamı öldürüyor. Sonunda yaklaşık bir ay süren yürüyüş ve kaçışın ardından İstanbul’dan çıkıyorlar, yardım çadırlarında ailelerini buluyorlar, onları bekliyorlarmış. Memlekete gidip sakin bir hayat sürüyorlar, mutlu bir şekilde.
Bu fantezi o kadar aciz ve o kadar güçlü ki. İçinde bulunduğu çaresizlikten insan ancak büyük facialarla kurtulabilirmiş gibi geliyor. Çünkü öyle olursa o bir kurban olacak, başaramamış değil. Büyük emek ve inancın ardından başaramamış olmak içsel yıkımlar getirir, oysa bu yıkım büyük bir felaket gibi fiziki olsa başarısızlıklar önemsiz olacaktır, çünkü herkes kaybedendir felaketlerde herkes eşittir, hayatta kalmak yeterlidir. İşsiz olmak, işinin ne olduğu, sosyal statü ve kendini gerçekleştirme her şey ikinci planda kalır. Didem’in fantezisini anlatırkenki hazla karışık duygusal durumu o kadar iyi tanıyorum ki / tanıyoruz ki, kendimizi ne zaman sıkışmış hissetsek büyük felaketler beliriverir konuşma balonu gibi yukarımızda.
17 Ağustos 1999’da 9 yaşında bir çocuktum etrafıma şaşkınlıkla bakıyordum, İzmit’te oturuyorduk o zaman. Uzun bir süre çadırlarda yaşadık, eğitim gördük, yardımlar geldi etrafta her şey karmakarışıktı. İnsanlar koşturuyordu sürekli, o günden sonra uzun bir süre kimse bana büyünce ne olmak istiyorsun diye sormamıştı. Çok uzun bir süre kimsenin aklına gelmedi bu soru, ta ki her şey normale dönünceye kadar.
Evlerimize yerleşip, bakkaldan ekmek almaya başlayıp, okullarımız tamir edilip sınıflara yerleşinceye kadar, mezarlıklar dolduğundan köyümüze 17 Ağustos mezarlığı yapılıp, o mezarlık da doluncaya kadar, televizyonlarda eğlence programları devam etmeye başlayıp, istediğimizde telefonlar kitlenmeden akrabalarımızı arayabildiğimiz zamana kadar…
Varoluşsal kaygılarından kaçarken, başaramamış olmanın yükü ile, anımsanmayacak sorular için büyük felaketler isteriz biz insanlar.
Yazan: Aylin K. I.